30 Kasım 2016 Çarşamba

Venedik Günlükleri 2 : Ye, Sev ve Dua et…



'' Ye, Sev ve Dua Et '' üçlü notası ile, elinize pusula misali haritasını çizen bir şehirde tabiki aşk ve aşka dair yaşanmış çizgiler mevcuttur. Kimi alınlara nakşedilmiştir, kimi bir dua ile avuç içinize serilir, kimi ise yağmur ile asırlar öncesinden süregelen bir rüzgar olup teninizi okşayıverir… Bende alnımı okşayıp, yol haritasını çizen narin yağmur damlalarıyla avucumu şenlendirip, Ahlar köprüsünde el açıyorum… Kim bilir belkide efsane doğrudur diye bir dilek tutup, Fondaco dei Turchi, başka bir deyişle Türk Hanı’na doğru yola çıkıyorum. Büyük Kanal’da, San Marcuola İstasyonu’nun hemen karşısında, 13. yy’da Giacomo Palmier tarafından inşa edilmiş bir saraydır burası. 1381 yılındaysa Venedik Cumhuriyeti tarafından Ferrara Marki Niccolo II d’Este için satın alınmıştır. Ardından adından da anlaşılacağı üzre 18 ve 19. yüzyıllarda ise burada bulunan Osmanlı nüfusuna hizmet etmiştir ve Türk tüccarları tarafından kullanılmıştır. Yapı Bizans ve Venedik’in asıl mimari yapısı olan Gotik tarzda yapılmıştır. İki sıra kemerli bir cephe içermektedir.  Türk tüccarlarının bu sarayı ticaret merkezi olarak kullanmaya başlamalarından sonra, binaya bir cami ve hamam inşa etmişlerdir. Böylece sarayın mimarisini kısmen değiştirmişlerdir. Ayrıca 1860-1880 yılları arasında yapılan restorasyon çalışmaları esnasında sarayın üst kısmına kubbe biçimde eklemeler yapılmış, çatı görünümü değiştirilmiş ve iki yakasında kuleler yükseltilmiştir. Restorasyon sonrasında Türk Hanı olarak bilinen saray, günümüzde Museo di Storia Naturele (Doğa tarihi müzesi) olarak kullanılmaktadır. 



Venedik’te Gotik tarzda inşa edilen diğer bir önemli saray ise 9. Yy da inşa edilmiş olan Palazzo Ducale’dir. Saray Venedik Düka'larının köşküdür. Aslında Venedik Cumhuriyeti’nin yüksek yetkilisi Doge’un evi olan bu sarayın asıl inşa amacı şatodur. Buradan Venedik Cumhuriyetini yönetilmiştir. Birçok kez yangınlar çıkmış ama yıkılıp tekrar yapılmıştır. 1923 yılında müzeye dönüştürülen yapı günümüzde Fondazione Musei Civici di Venezia’ya bağlı olan 11 müzeden biridir. Porta della Carta (Kağıt kapısı) 15. yüzyıldan kalma bu gotik parçalardan biridir. Bu adın verilmesinin nedeni Doge’un emirlerinin buraya asıldığının düşünülmesidir. Ziyaret güzergahı üstünde Altın Merdiven görülebilir. Düklerin odalarında çeşitli sergiler ziyaret edilebilir. Jacobo Bassano imzalı Kenan’a Dönen Yakub ve Veronese imzalı Europe’nın Kaçırılışı eserleri de Palazzo Ducale’nin mücevherlerindendir. Elçilerin kabul edildiği Sala del Collegio, önemli kararların mekanı Sala del Senato, toplantı odası Sala del Consiglio die Dieci ve daha birçok önemli nokta ziyarete açık durumdadır.

Birde meraklılarına dip not; Casanova’nın 500 yıllık hücresini ve çatı kısmını görüp onunla geçmişe doğru uzun bir yolculuğa çıkıp, hatta sizi ikna ederse; ki muhtemelen edecektir; buradan onunla birlikte kaçabilirsiniz :))) Burası San Marco Meydanında olduğundan gezilecek kısımlarda ön sıraya eklenebilir. Ancak mutlaka ya detaylı bir araştırma ile gezin ya da rehber eşliğinde ziyaret edin derim ;)





Büyük Kanal’ın tam karşısında parıldayan Santa Maria Della Salute Bazilikasıdır. Yarışma yapılarak dizayn edilmiştir ve aslında hala önemi büyük bir kilisedir. 17. yy’da Venedik halkının üçte ikisinin vebadan ölmesinin ardına yaptırılan Veba Kiliselerinden bir tanesidir. Meryem anaya ithaf edilerek inşa edilmiştir. Barok sitili ile yapılan kilisenin mimarı yarışma ile seçilmiş olup, Venedik Senatosu tarafından 66 kabul, 2 çekimser ve 29 karşıt oyla kilisenin dizayn yetkisini 26 yaşındaki Baldassare Longhena olmuştur ve ölümünden önce tamamlanmıştır. Ayrıca, 21 Kasım günü yılda bir defa olarak Meryem Ana'nın tanıtım festivali olarak Festa della Madonna della Salute olarak bilinen bu festivalde, vebadan kurtuluşa bir şükran borcu olarak San Marco meydanından kiliseye saflar halinde yürünür. Bu olay Büyük Kanalı özel olarak dubalar ile hazırlanmış olan köprü üzerinden geçilerek yapılır ve bu Venedik'te hala önem arz eden ziyaretlerdendir.
Saraylardan devam ederken  Büyük kanalda Ca’D’Oro ‘yu yani Altın Evi atlamak tabiki olmaz. Tam ismi Palazzo Santa Sofia’dır.  Büyük Kanal’daki en eski ve en güzel saraylardan biri olarak kabul edilir. Duvarlarının yaldızlanması ve krom rengi kaplı olması dolayısıyla Ca' d'Oro yani Altın Ev olarak bilinir. Saray 1428 ve 1430 yılları arasında Contarini ailesi için inşa edildi, bu aile 1043 ile 1676 yılları arasında Venedik'e, sekiz Venedik ve Cenevoza dükası sağladı. Seçilme üzerine, her bir yeni düka kendi sarayını terk etti ve Venedik ve Cenova Dükası Sarayı'nda ikametgah yeri aldı. Ca d'Oro nun mimarları Giovanni Bon ve onun oğlu Bartolomeo Bon'du. Bu iki heykeltıraş ve mimarın işi Venedik'te Gotik mimariyi örnek teşkil ettirmekti. Bu mimarlar, Venedik ve Cenova Dükası Sarayı ve özellikle Porta della Carta ile onun anıtsal heykeli Solomon'un yargısı ile en iyi şekilde biliniyorlardı. Ca' d'Oro nun Büyük Kanal üzerindeki ön tarafı Bon'un Venedik çiçeksel gotik stili tarzında inşa edildi. Venedik Gotik stili dış görünüşte Bizans Mimarisidir. Ca' d'Oro'nun giriş zemininde bulunan sütünlu kısım ile kanaldan doğruca giriş salonuna geçilir. Bu sıra sütunlar üzerinde balkonla çevrili olan ana salonun bulunduğu birinci kat yer alır. Bu balkondaki sütunlar ve kemerler Korint sütun başlığına sahiptir. Bunun üzerinde bulunan katta da daha küçük dizaynda tertip edilmiş balkon bulunur. Sarayı basitçe tarif etmek gerekirse, Orta Çağ kilisesi ve İslam Fas mimarisi mabedi arasındaki köprü gibidir. 1797 yılında cumhuriyetin çöküşünü takiben, saray birkaç defa sahip değiştirdi. 19. yy’da bir dansçı tarafından satın alındı ve iç avludaki gotik merdiveni kaldırdı ve ayrıca avluya bakan çok süslü balkonları tahrip etti. 1922 yılında saray, onun son sahibi tarafından vasiyetle devlete geçti. Saray halen bir galeri olarak halka açıktır. İçerisinde birçok resim ve Rönesans heykeltıraşlarının çalışmalarını görebilirsiniz.
Venedik’te en önemli müzelerden biri olan Accedemia Gallerie ise gezilecek yerlerin başında gelmektedir. Accademia köprüsü altında bulunan ve 1750’li yıllarda resim, heykel ve mimari okulu olarak kurulan yapıdır. Kuruluş amacı, Venedik’i de Firenze, Milano, Bologna gibi resmi sanat merkezlerinden biri haline getirmektir. Günümüzde Accademia Gallerie’de Tiziano’dan Pieta, Mantegna’dan Aziz George, Tintoretto’dan Aziz Markos’un Kaçırılışı gibi ünlü eserler görülebilir. Kısacası tam bir sanat şöleni yaşatmaktadır. İlgililerine duyurulur ;)

Zamanında Venedik cumhuriyetinin yahudileri yolladığı Venedik Gettosu da önemli yerlerden biridir. Günümüzde Venedik’te yer alan en fakir yerlerden biridir. 

Venedik Ca’ Rezzonico Sarayı’da, Venedik’te kanalın sağ kıyısında yer alan oldukça güzel bir saraydır. Saray zamanında Bon ailesi tarından kullanılan bir evmiş. Sarayın en büyük özelliklerinden biri de yüzyıllarca önemli insanlara ev sahipliği yapmıştır. 

Venedik Frari Santa Maria Gloriosa Bazilikası da Venedik’te gezilecek önemli bazilikalardan biridir. Bazilikanın içerisinde oldukça değerli heykeller ve resimler yer almaktadır.

Venedik Santa Maria dei Miracoli Kilisesi başka bir deyişle Mermer Kilise, Rialto köprüsünün yakınında küçük bir 15. yüzyıldan kalma bir kilisesidir. Bu kilisenin diğer adının mermer kilise olmasının nedeni ise duvarlarının renkli mermerle kaplı olmasıdır. Listeye eklenecek yapılardandır…

Venedik Ca’ Pesaro Sarayı’da burada önemli bir yere sahiptir. Saray 1710 yılında Gian Antonia Gaspari tarafından tamamlanmıştır. Saray günümüzde Venedik modern sanat müzesi olarak kullanılmaktadır. 

Venedik Chiesa di San Zaccaria Kilisesi’de 15. Yy dan kalma en güzel ve özel Rönesans kiliselerindendir. Mutlaka görülecekler listesine eklenmelidir.

Venedik Chiesa della Madonna Dell’Orto Kilisesi de 14 yüzyıldan kaşan önemli bir yapıdır. İçeride Meryem Ana ve Bir Çocuk heykeli bulunduğundan ziyaret amacını özel kılmaktadır.
Venedik Santi Giovanni ve Paolo Kilisesi ise farklı bir yönden önemlidir. Kilise Venedik’in en büyük kiliselerinden biri olmasının yanında, bir çok kralın cenaze töreninin burada yapılmış olması kiliseyi bir mabet alanı yapmıştır. İçerisinde 25 adet kral mezarı yer almaktadır. 

Bol bol köprüler kurup, gülümsemeler ile gününüzü ısıtacağınız bir şehrin kalbinde, kalp ritminizi arttıran anıların birikmesi tabiki kaçınılmaz…  Çünkü ilk başta dediğimiz gibi sebepsiz aşık olmuş hissine kapılıp, sessizce size göz kırpıp kendine çeken sokaklarda eskitiyorsunuz adımlarınızı… Geçmişin içinde geçmiş oluyorsunuz bir nevi… Siz arkanızdan sessizce yaklaşan, maskeli bir yüzün ardına sığınmış Casanova’yı araya durun, ben bir sonraki yazıda ne yeriz ne içeriz onu hazırlayayım;)

Sevgiler ;)

Jess

29 Kasım 2016 Salı

Venedik Günlükleri 1 : Denizin Kulağında sessizce söyleniyor şarkılar...



M.Ö. 10.yy’la dayanan; Gel-gitlerin, denizin kulağına yavaş yavaş yok oluşunu anlatan bir şehir burası aslında. Tuvaller ile renklerin aşkına şahit olan, yüzlerce ressamın fırça darbelerinin sureti ile adını düklere adayan bir nota gibidir. Birbirinden kanallar ile ayrılmış 118 adanın, Adriyatik denizinde yüzen bir gondoludur çizmenin ardına sığınan...





‘‘Venedik batıyor’’ söylemden öte bir gerçek. Her yıl 2mm civarında batmaktadır. Muhtemeldir ki biz yok oluşunu görmeyeceğiz, ama yine de en kısa zaman diliminde görmek için sebepler arasına yazıp, soluğu orada da içimize çekebilmek adına bir neden olsa gerek ;)
Venedik, Veneto Bölgesi’nin başkentidir. Şehirde Treviso ve Marco Polo olmak üzere iki hava limanı bulunmaktadır. Uluslararası uçuşlarda ‘’Marco Polo’’, Avrupa arası uçuşlarda ise Treviso Havaalanı kullanılmaktadır. Kaptığınız bir bilet ile İstanbul’dan direk uçuş ile yaklaşık 2.30 saat sonra, Deniz Kulağı ya da başka bir deyişle Lagoon bataklığı boyunca uzanan, Po ve Piave nehirlerinin deltaları arasına kurulu bu güzel şehre ulaşabiliyoruz. Güler yüzlü ve sıcakkanlı insanların ‘’Buongiornooo’’ diye seslenerek sizi karşılaması da mıknatıs özelliğinin bir yansıyış şeklidir. Mıknatıstır çünkü, bir kez gidince, bir nefes çekince artık bağımlısı olacaksınız demektir ;) Uçaktan inince küçük bir havalimanı ile karşılaşsanız da , Venedik büyük duygulara gebe olacak tek şehirdir belki de yeryüzünde. Sebepsiz aşık olmuş hissiyatı ile sokaklarında dolaşacağınızın baştan teminatını imzalayıp, şehre adım atabilirsiniz…

Havaalanından Venedik’e ulaşım için öncelikle nereye gideceğinizi iyi bilmeniz gerekir. Burada ulaşım için taxi harici 2 yol vardır. İlki Veneto bölgesinde sıkça kullanılan ACTV’nin otobüsleri, diğeri ise Alilaguna’nın botlarıdır. Marco Polo Havaalanı-Venedik arası ulaşımın birinci tercihi otobüslerdir ki direk havalimanı çıkışında bulunmaktadır. Çıkışın, Exit B’nin yakındaki Line 5 hattı sizi çizmenin ardına sığınan kısımdan alıp, direk lagünün üzerine yapılmış olan yol (ki tek yoldur) vasıtası ile 20 dakika gibi bir sürede Venedik adasına getirecektir. Otobüslerin varış durağı, adanın en batısında sayılabilecek Piazzale Roma’dır ki aynı zamanda tren istasyonunun da merkezidir burası. Burada Venedik içi ulaşımın da başlangıç noktasıdır. Artık Venedik’tesiniz ve Venedik’in asıl ulaşım aracı olan vaporettolar ile dilediğiniz yere gidebilirsiniz :) Venedik’in içinde gideceğiniz belirli bir yer var ise otobüs hatlarından kendinize uygun olanı da seçebilirsiniz. Rota ve bilgiler için; tren istasyonunun önündeki information noktasından bilgi edinebilir ve kalacağınız süre boyunca kullanabileceğiniz biletlerinizi de edinebilirsiniz. Ki Venedik kart bunun için en uygun olanıdır. Bununla ücretsiz kullanabileceğiniz ulaşım hatları ile ziyaret edebileceğiniz birçok Kilise ve Galaride bulunmaktadır. Kalacağınız yer daha çok ucuz olduğu için tercih edilen Mestre Bölgesi ise, havaalanından otobüsler ile direk gidebiliyorsunuz. Bunun için kalacağınız otele göre, ACTV’nin 4, 15 ve 45 nolu otobüslerini kullanabilirsiniz. Böylece Mestre veya tren istasyonuna gidebilirsiniz. Diğer bir yol ise ilk bahsettiğimiz Alilaguna’nın botlarıdır. San Marco Havaalanı’ndan kalkan üç tane Alilaguna botu var. Bunlar Linea Blu, Linea Arancio ve Linea Rossa; ki ulaşım haritalarında B, A ve R olarak gösterilmektedirler. Alilaguna hatları ile ilgili daha detaylı bilgiye; ''  http://www.alilaguna.it/en/lines/line-timetables ''   sitesinden ulaşabilrisiniz. Otel veya gitmek istediğiniz yerin konumuna göre detaylı bilgiyi alarak, hattınızı seçebilirsiniz… Kalınacak yer açısından Mestre Bölgesinde ucuz oluyor dense de, hemen hemen aynı fiyatlara Venedik’in kalbinde kalabileceğinizi not edin ve araştırın derim. AirBNB ve Booking yeterince yeterli sitelerdendir. Özellikle otel fiyatlarına stüdyo daireler de bulabileceğinizi unutmayın derim ;)

Çizmenin ucundan, denizin kulağına, başka bir deyişle lagona ulaşınca; artık dükler ile el ele verip, köprülerde aşklara şahit olup, maskeli yüzler ardına gizli suretler ile karşılaşmaya başladınız demektir… Ayrıca bu yıl, 11 ila 28 şubat arasında, karnavala gelirseniz; kim bilir belki beraber dans bile ederiz ;)





Venedik’te gezilecek yerler arasında ilk sırada San Marco Meydanı vardır. Burada San Marco Bazilikası ve Çan Kulesi (Torre dell’orologio ) meydanın en önemli yapılarındandır. Bu tarihi yapılar Venedik İmparatorluğunun varlığını ve gücünü göstermektedir. Meydan Venedik’teki en alçak noktalardan biri olduğundan,  Ekim ve Mart ayları arsında meydana ulaşım yüksek dalgalar nedeniyle mümkün olmayabiliyor. Ama benim gibi Venedik için köprü ve sokakların hakkını vererek geziyorsanız hiçbir engeliniz yok demektir J San Marco Meydanı tarihi koluna takmış, size gülümseyen bir kraliçe gibi aslında. Günümüzde  meydanda yapılan çeşitli festivalleri, protestoları ve renk katan güvercinleri görebilirsiniz. Manastır bahçesi olarak tasarlanıp, yapılmıştır. Ancak sonra Venedik’in dini ve politik merkezi haline gelmiştir. Etrafında şık restoran, kafe ve dükkanları görebilirsiniz. Bir soluklanma anına denk gelen, ‘’doppio espresso’’ da farzlardandır J Dışarıdan ihtişamı ile selama çağıran ve altından mozaikler ile bezenmiş San Marco Bazilika’sı 3 ana bölümden oluşmaktadır. Alt kısımda beş kemerli mermer sütunlar görülebilirken, üst kısımda ilahiyat ve kardinal ve savaşçı azizler heykeller, vardır. Orta kapının üstünde muhteşem Romanesk kabartmaları mevcuttur. Girişte kıyafet kontrolleri ve kısıtlamalarının yanında, sırt çantası ile gezilmesi, video ve fotoğraf çekilmesi de yasaklar arasındadır. İçeride yaklaşık 10 dakika kadar bir süre harcanmaktadır ve ilk giriş ücretsizdir. Yukarıdaki müze ve eşsiz manzarayı izleyebileceğiz yerler ücretlidir; ancak totalde düşük bir fiyattır. Üstümüzde şort veya kısa etek benzeri kıyafetler yok ise, emanete çantanızı bırakıp direk girebiliyorsanız. Uygun kıyafetiniz yok ise ufak bir ücret karşılığı örtü alabiliyorsunuz. Giriş kapısının üstünde iki resim bulunmaktadır ve Aziz Marco'nun naaşının Mısır'dan kaçırılışını anlatmaktadırlar. 828 yılında, San Marco'nun naaşı, Mısır'ın İskenderiye şehrinde bulunuyor. İtalyanlar naaşı almak isteseler de, ne yazık ki Araplar izin vermiyor. Venedik tacirleri, naaşı dilimlenmiş domuz etlerinin arasına koyup, kontrol edilmeden geçirmeyi sağlıyorlar. Ve bu yolla Venedik'e getiriyorlar. İçeride bulunan bronz atlar ise, dördüncü haçlı seferi sırasında getiriyorlar (İstanbul, Venedikliler tarafından yağmalanıp alınıyor). Bu bronz atlar şu anda en önemli sanat eserleri arasında yer almaktadır ve orijinali müze bölümünde yer almaktadır. Buranın karşısında, 9. yy da inşa edilen, Campanile di San Marco yani St. Mark Çan Kulesi, 97 metre yüksekliği ile şehirdeki en yüksek yapılardan birisidir. 1900lü yılların başında nedeni bilinmeyen bir sebepten dolayı çökmüştür. Sonra yeniden inşası tamamlanmıştır ve turistik ama için kullanılmaya başlanmıştır. Hala yan yatmaya başlamasının önüne geçilememiştir. Nedeni malum Venedik’in tüm yapılarında olduğu gibi, aslında bir yok oluşun çanının sesidir.  Manzarası ve Katedral kubbesini seyre dalabileceğiniz muhteşem bir noktadır. Kule tüm meydana hakim bir kartal misalidir. Zamanında Goethe’nin de ayak bastığı yerden, meydanı izlemek de ayrı bir zevktir ;)

Havadan izlerken, 13. Ve 18. Yüzyıldan beri etrafında oluşturulan 170 bin yapı ile ‘’S'’ şeklinde bir kıvrım oluşturup, dans eden bir kadın izlenimi veren Grand Canal yani Büyük Kanal göz kırpar size. Buranın en önemli yapılarındandır. Zira Venedik içi ulaşımın ana dergahıdır J Saint Mark Basin’den başlayıp, Santa Lucia tren istasyonu yakınlarında biter. Yaklaşık 4 metre uzunluğunda ve etrafındaki yapılara ve doğal koşullara göre genişliği de 30 ila 90 metre civarında değişmektedir. Derinliği ise yaklaşık ola olarak 5 metre civarındadır. Trafik özel botlar, su otobüsleri, su taksileri ya da meşhur gondollar ile sağlanmaktadır.Gondol seyehati turistlerin ilklerinden olup, şarkı söyleyerek Venedik tavaf edilmektedir. Ben her nekadar yürüyüp, ylları eskitmeyi tercih etsem de, ömrünüzde bir kere yapılması gerekenler listesindedir. Kanal üç köprüden oluşmaktadır. Bunlar; Ponte Delgi Scalzi, Rialto ve Ponte dell’Accademia. Bu tarihi köprülerin yanına Calatrava adı verilen yeni bir köprü de eklenmiştir.  Kanallar o meşhur Venedik fotoğraflarının mabet yeridir tabiki unutmadan ekleyelim ;) Burada yılda bir kez “Regeta Storica” adı verilen bir organizasyon yapılır. İnsanlar eski kıyafetleri girerek o günleri yad ederler…  Önümüzdeki yıl 3 eylülde yapılacaktır. İlgililerine duyurulur…

Antonio da Ponte tarafından 1602 yılında, beyaz kalkerden inşa edilen, Ponte Dei Sospiri yani “Ahlar Köprüsü” olarak bilinen bir köprü vardır ki hikayesi de ilginçtir. Seyre daldığınızda binlerce mahkûmun karanlığa gidişini görürsünüz… Burada, mahkum edilenler bu köprüden son kez geçerek hapse girerlermiş. Efsaneye göre Venedik’e son bir bakış mahkumlarda iç çekişe neden oluyormuş. Köprüye bu isim, 19. yy’da, Lord Byron tarafından verilmiş. Köprüde yer alan pencerelerden de çok küçük bir alan görülmektedir. Başka bir efsaneye göre, bu köprünün altında, güneşin batışında öpüşen çiftlerin aşklarının sonsuz veya ölümsüz olduğu inancı da vardır. Ayrıca burası Palazzo dele Prigioni ve Palazzo Ducale’yi birbirine bağlamaktadır.





 Köprüler ile birbirine göz kırpan bir tarihin kokusuyla beraber; nefes nefese soluduğunuz haritaya siz de göz kırparken, dinlenmek için bir duvar dibine yaslanıp, elinizde pizza dilimi ile vapurettaları seyre dalmayı da ihmal etmemek gerekiyor…

 Hadi soluklanalım ve yarına gezimize kaldığımız yerden devam edelim…

Sevgiler Efenim ;)



13 Ekim 2016 Perşembe

Aşkın Başkenti : VERONA

'' Gözleri gökte olsaydı, yıldızlar da onun yüzünde / Utandırırdı yıldızları yanaklarının parlaklığı / Gün ışığının kandili utandırdığı gibi tıpkı…''  der Juliet i anlatırken Romeo. Nefestir aslında, ölümle gelmiş olan ama ölümsüzleşen aşkı satırlarında. Ve bu satır aralarına gizli binlerce duygunun vücut bulduğu bir aşkın, izdüşümüne denk gelir Verona… Gökyüzünüzü oluşturan o sevgi yıldızlarının avuç içlerinize düşüp, kendinizi ortaçağ aşklarının ortasında bulduğunuz efsanevi bir gemidir aslında… Tıpkı ruhunu geçmişe kilitlenmiş güzel bir kadın gibi; Ama kalbini şimdiye bahşetmiş aşık bir şehir misali…

Verona, kuzeydoğu İtalya'nın, Veneto bölgesinde alan küçük ve şirin bir yerdir. Çok popüler bir şehir olmamasına karşın, kuzey-doğu İtalya'nın en önemli turizm merkezlerinden de biridir. Bunun başlıca nedeni kültürel birikimi, mimarî ve tarihi eserlerinin çekiciliğidir. Yaz aylarında Klasik Romalılardan kalma antik Arena’da verilen opera konserleri ve tiyatrolar ise tek kelime ile enfestir! Verona'da bulunan tarihî binaların değerleri ve önemleri dolayısıyla Verona şehri Unesco Dünya Mirasları listesine dahil edilmiştir.

Verona'nın havadan çekilmiş fotografları şehrin Antik Romalı şehir planlama kurallarına uyarak birbirine dikey olarak kesişen sokaklardan oluştuğunu açıkca göstermektedir. Yapılan arkeolojik araştırmalar bu yollar altında Romalı yollarının bazalt taşlı kaplamalarının değişmeden bulunduğu bunun da kanıtıdır.
Şehire ayak bastığınız ilk yer Bra Meydanı'dır. Buraya giderken, o tarih kokan kapıdaki saat kulesine göz kırparak girdiğinizde, bir sesin; '' Zaman eskise de, Verona hala genç ve güzel bir kadın... '' dediğini duyarsınız. Ardından; '' Hadi gez burayı… Sonra bir gün sevdiğin adamın kap elini ve yine gel! '' şeklinde fısıltıları ile her yolun aşka çıktığını anlarsınız… Çünkü Aşkın başkentidir burası! Yollarında içtiğiniz efsaneler ile sarhoş olup, bu büyü ile tekrar tekrar bağlanacağınız bir yerin, Romeo ve Juliet'in mabedidir…
Şehire hava alanı ve demir yolu ile ulaşım oldukça basittir. Zira cidden çok yakın ;) Trenden inince, dışarıda bulunan otobüslerden, ‘’Centro’’ yazana bindiğiniz anda Arena’da iniyorsunuz. İndiğiniz şeritte bulunan turist bilgi alma noktasından haritanızı kapıp, gerekli rotaları ve görmeniz gereken yerleri öğrendikten sonra ver elini Verona ;)


İlk olarak yolun karşısında sizi selamlayan Arena’yı seyre dalıyorsunuz. Collesium'a benzer bir yapıyı görünce kendinizi bir anda Roma’da hissediyorsunuz. Burası dünyadaki 3. büyük amfidir ve yaklaşık 1 asırdır aralıksız olarak düzenlenen Opera Festivali’ne ev sahipliği yapan Verona’nın en önemli yapılarındandır. Mazisi ise 1. yüzyıla kadar dayanmaktadır. Arena 15.000 kişiye ev sahipliği yapabilecek kapasitededir. Bende daha önceki gelişimde, bir konsere denk gelip, bu müthiş havayı tatmıştım. Şiddetle tavsiye ederim! Bura aslında ilklere de ev sahipliği yapıyor. Örneğin, Giuseppe Verdi’nin meşhur Aida’sı tarihte ilk kez bu Arena’da sergileniyor. Önemli konserlerin olduğu zamanlarda biletler aylar öncesinden tükenmektedir. O yüzden biletler satışa sunulur sunulmaz rezerve yerinizi cebinize koymanız gerekmekte. Çünkü biletler, neredeyse bir yıl önceden satılıyor. Eskiden operaya giden yerliler en şık kıyafetlerle gelirlermiş buraya. Şıklık yarışının da boy gösterdiği bir arenaymış aslında. Opera sonrası Bra meydanında oyunla ilgili kritikler yapılır, arenadan çıkan oyuncular hep birlikte alkışlanırmışlar. Duvarlarında Roma’daki gibi Gladyatör kanı bulunmasa da, kapıda sizinle fotoğraf çektirebilecek Gladyatörler eksik olmamakta ;)


Bra Meydanı demişken oradan da bahsedelim. Bra büyük, geniş anlamına gelen breit kelimesinden geliyor ki Bra Meydanı Verona’nın en büyük meydanıdır. Bu meydan Rönesans döneminden günümüze kadar gelen tarihi yapılara ve Verona’nın en ünlü ve değerli yapısı Arena’ya da ev sahipliği yapıyor. Arena’nın karşısında kalan kısmında ise cafe ve restoranlar bulunuyor. Meydan Via Giuseppe Mazzini caddesinden Piazza Erbe meydanına da çıkmaktadır. Mazzini Caddesi aslında 19. yy’la kadar depo ve kışla ile dolu bir yer. Ancak aşırı yağmurlardan dolayı bataklığa dönüşünce yerin tamamen mermer ile kaplanmasına karar veriliyor. Pembe mermerler ile kaplanıyor. Verona pembe mermeri ile de meşhurdur. Trafiğe kapatılan bu alanda artık depolar da yok. Cadde tamamen alış evriş yapacağınız dükkanlar ile süslenmiş… Buradan Erbe Meydanına doğru geçiyorsunuz. Burası Roma İmparatorluğu döneminde forum olarak, yani önemli işlerin görüldüğü alan olarak kullanılırmış. Bra meydanına göre daha küçük olmasına karşın, sakin ve güzel bir yer :) Bizi karşılayan bir düğün davetinden dolayı burada çok zaman harcayamadık. Gelin ve damada yürekten mutluluk dileyip, sokaklardan kaybolmak üzere iç kesimlere doğru süzüldük… Ortaçağdan kalma bir şehir olduğundan kuleler görmeniz aşikar. Zenginlik ve güç anlamına gelen uzun kulelerden günümüze sadece birkaç tanesi ulaşabilmiş. Bu kulelerden en uzunu 1172 yılında Lamberti ailesi tarafından yapılan Lamberti Kulesi’dir. Kulede 2 adet çan bulunmakta. Bunlardan Marangona yangın çıktığında, sanatçılar için iş saatleri sona erdiğinde ve saat başı çalarken, en büyük çan olan Rengo ise cenazelerde ve savaş zamanlarında çalınıyormuş. Lamberti kulesine çıkmadan avlusundan geçeceğiniz Capitano Sarayı’nı da görebilrisiniz. Yalnız her zaman açık olmadığını da belirtelim. Rotanızı, yazının başındaki satırlar gibi kendisine çeken, Casa Di Romeo yani Romeo ve Juliet’in evine doğru çevirdiğinizde, rengârenk kilitler ve binlerce minik kalp içine yazılmış isimler ile süslenen duvarları göreceksiniz. Yazının başında da dediğimiz gibi, Verona Shakespeare’in ünlü kahramanları Romeo ve Juliet ile ünlü bir şehir. Öyle ki hiçbir yer Juliet’in evinin bahçesi kadar kalabalık bulamazsınız. Via Cappello’da bulunan evin giriş duvarlarında artık isim yazacak yer kalmamış. Boydan boya yazılarla dolu bu duvar önünde fotoğraf çektiren aşıklar ile dolu. Biraz daha ilerleyince Juliet’in tarihi 13. Yüzyıla dayanan evini görüyorsunuz. Evin bahçesinde Juliet’in heykeli var ve heykelin etrafı inanılmaz kalabalık. Fotoğraf çektirmek isteyen insanlar kuyruk halinde. Bremen'deki mızıkacılar gibi buradada, herkes elini heykele dokundurarak fotoğraf çektiriyor. Juliet’in sağ göğsüne dokunmak şans getiriyormuş meğer :)

                                               



Romeo ve Juliet'in birbirine düşman iki ailenin çocuklarının aşkını içerimesi ve ölüm ile ölümsüzleşmesi buranın en çekici efsanesi. Hikaye gerçek de olsa, kurgu da olsa yansıttığı aşk iliklere kadar hissediliyor. Ki orada gerçek olduğuna dair söylentilerde boy gösteriyor :) 
Ardından Santa Maria Kilisesi, Pietra köprüsü, San Pietro Tepesine doğru yola koyuluyorsunuz. Sokakları o kadar güzel ki, kaybolmamak içten değil. Şehir nehir ile 2 kısma ayrıldığından köprüde bolca fotoğraf çektirip müzelere doğru yola koyulmak kaçınılmaz oluyor…
Burası 1 günde gezilecek kadar küçük, hiç unutulmayacak kadar özel bir şehir. Aşkın tohumlarını serpiştirmiş bir ortaçağ, gökyüzü ile güneşini içinize seren bir Verona var burada… Bahçelerinde ve parklarında enfes dondurması ile serinleyeceğiniz, bisikleti ile şehre dalıp, kilise ve bazilikalarında soluklanacağınız, Romeo ve Juliet’e selam edip ardına aşık olacağınız bir şehir…

Verona… 
Tıpkı ruhunu geçmişe kilitlenmiş güzel bir kadın… Ama kalbini şimdiye bahşetmiş aşık bir şehir…
Kapısından girdiğinize göre, şimdi sıra sizin hikâyenizde ;)





Sevgiler!

9 Eylül 2016 Cuma

İstanbul...


Teoman çalıyor uyandırma müziğimde… İstanbul’da sonbahar diye mırıldanıyor sabahın ilk cemreleriyle… Sonbaharın en güzel mevsimi. Işıkların açılarının gösterdiği henüz 7… Bambaşka bir şehirde açtım yine gözlerimi. Burnuma her zamankinden daha fazla gelen espresso kokuları. Buogiornooo segnorinaaa diye selamını çakan karşı komşu… Benimse aklımda Teoman’ın diliyle İstanbul…

Sanki salına salına eriyorum sokaklarında. İçim rengarenk bir Gökkuşağı gibi. Güneş sessiz sedasız doğsa da, aslında aynı sevecenlikle göz kırpıyor her toprağına yine şuanda biliyorum.  Yakaladığım ilk metro ile Galata’nın dibine gidip usulca yürümek isterdim haritanda. Elimde elin kadar sıcak kahvem ile tavaf ederek İstiklal’ ini. Bilirdim, sonunda vaftiz olan bir bebek gibi arınırdım özleminden ve sığınırdım içine; tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi, en derininden… Taş kaldırımdan köstekli, onca zaman eskitmiş saatlerinin üzerinden geçerdi adımlarım.  Pusulamda kalabalığının içinde zamana dair şahitlik öykülerinden birini sıkışırdın yine… Kiliselerinden yükselen ilahiler, Camilerinden çağıran Ezanlar ile ruhumun Rönesans’ı gibi dolardın içime… Cihangir'inde serin serin gazozunu yudumlar, Karaköy’ün balık kokan köpründen selamlardım güverteleri… Eminönü’nün hiç azalmayacak sanılan kalabalığıyla bitiriverirdim yalnızlığımı bir anda… Az ilerde bir nefeslik Ayasofya ile çıkardım zaman yolculuğuna! Bir içim suluk Sultan Ahmet’i anlatırdım eski zamanlara. Sıcak yaz zamanlarımın teneffüs arası olurdu yine Sarnıcın... Her şeyin ama her şeyinle benim olurdum şimdi. Avucumun içinde yoğrulmaya hazır nazlı bir bebek gibi... Karşı kıyında sırtına Galata’yı yükleyen Kız Kule’nin, Kadıköy’ünün, Üsküdar’ının, Çengelköy’ünün dürbünü oluverirdim bir anda anlatırken seni onlara…

Çok uzağım şimdi zamanına… Nazlı nazlı kanat çırpıp, boğaza sığınan bir martının gözüyle bakmak isterdim şimdi sana İstanbul. Binlerce yabancı elden denizine sığınan özlemlerin ya da ufacık bir simit diliminin kokusunun denizinin kokusuna yenilişine aldırmadan dudaklarında ve yanaklarında susamları kalan bir çocuğun diliyle anlatmak isterdim seni. Onun ellerinden çıkıp martılarının gagalarına geçit olan ulaşılmaz merhamet ile bakmak isterdim sana bir dakikalığına da olsa. Vapurlarının yüzlerce kez usanmadan deniz ile dans edişine şahit olan gökyüzü gibi sarmak isterdim içime seni. Her gün yeniden yazıp, yeniden aşık olmak isterdim ben sana…


Bilmiyorum kaç gün batımı biriktirmeli özlememek adına seni… Bildiğim tek şey, özleminle, nefretinle, aşkınla, sevginle, her şeyin ile çırılçıplak karşında yüreğim… Sen sus ben seni dinleyeyim… Yakınında iken yakan, uzağında iken acıtan bir ağrı gibisin… Bilirim hem yaraların sebebi, hem de yara bantlarının ta kendisisin… Nefessin İstanbul! Alınan ve aldıkça sarhoş olunan… Bir adım atınca uçurum olan, uzaktan yar gibi görünen...Yine de özlenenin ta kendisisin...

Sevgiler...

5 Eylül 2016 Pazartesi

Roma Günlükleri 4


Selam olsun Vespasianus!


Güneşin Roma’ya en cüretkar olduğu zaman dilimindeyim… Zamanında Roma Dönemi bir güneş saatinin üstünde: "Serius est quam cogitas" ; yani  "Vakit sandığından da geç" yazarmış. Ara sokaklardan birinde, taş kaldırımların arasından akan yüzlerce saatin  tik takları gibi akıyor zaman yine avucumdan… Geç kaldığım bir günün sabahında, elimde sesi ile ritim tuttuğum paralarla gülümsedim yine Roma’ya. Bozuk paralara bakarken 5 centlerin ardına basılmış Colosseum’u görünce dayanamayıp kocaman bir selamı devrin imparatoru Vespasianus’a yolladığım gibi gözlerimi kapatıp, aslında kan kokan bir tarihe doğru yola çıktım…




Üzerinden onca zaman geçmesine rağmen hala çekiciliğini koruyan bu yapıya yaklaşmaktayım… Zamanın tersine giden bir yolda, kum saatini çevirip, gözümü Vespasianus’un gözünden görmek için, efsaneye giden bir bileti çoktan kaptım.  Roma Forum’un hemen doğusunda yükselen ve karşımda yıkıntılar arasında uzayan bir kuyruk, aklımda yüzlerce yılda, binlerce insanın kanıyla harcını oluşan bu eşsiz yapı... Evet Colosseum’un yamacında, aklımın iplerinde inceden uzuyorum masal diyarı bu yola…


Burada önceden İmparator Neron’un sarayı varmış. Ölümünden sonra uzun yıllar savaşlar yaşanmış ve saray yıkılmış. Arkasından gelen imparator Vespasion, Colosseum’u işte bu sarayın bulunduğu alana inşa ettirmiş. İnşaat 10 yıldan fazla sürmüş. Vespasianus tarafından MS 72 yılında yapımına başlanıp, MS 80 yılında Titus döneminde tamamlanıp, ardından yapılan değişiklikler Domitian hükümdarlığı zamanına dayanmaktaymış. Bugün modern Roma'nın en çok turist çeken yerlerinden biridir. Açılışında 100 gün ve gece süren oyunlar ile 5 bin hayvan ve yüzlerce insan kurban edilmiş. Mimarı ne yazıkki bilinmiyor. Hatta iddialara göre Titus, kendisinden sonra bir daha böyle ihtişamlı bir yapı yapmasın diye mimarı hayvanlara yem olarak vermiş! Yapı, 50 bin kişilik ve 80 kapılı devasal bir arenadır. İçeriden tahliyenin birkaç dakikada yapılmasına olanak verecek şekilde tasarlanmış olması da devrin mimari gelişmişliği açısından aslında önemli bir olgudur. Roma mimarisinin en iyi örneklerinden birisi olan bu yapıdaki farklı sütunlar zamanında Rönesans mimarlarına fazlasıyla ilham vermiş. Günümüzdeki boşluklar ise demir boşluklarıdır. Nedeni o dönelerde demir pahalı olduğundan ötürü, buradaki demirler sökülüp, silah yapımında kullanılmış. Oturma düzeni tabiki o dönemin önemli bir alanını kaplayan, toplumsal sınıflara göre tasarlanmıştır. Soylular en önde, köleler ise en arkada oturacak şekilde birbirlerinden ayrılmışlardır. İddialara göre köleler, soylular alana gelmeden onların yerlerine oturup, ısıtırlarmış…





Colosseum deyince şüphesiz aklımızda canlanan Gladyatörler olmaktadır. Bir devrin efsaneleri… Genç kızların evlenmek için can attığı o ulaşılmaz güçteki adamlar… Şüphesiz etki alanına girdiğiniz şey ‘’GÜÇ’’ olmakta. Ki bu güç sizi bile infaza götüren, güç ile savunmasızlık zırhı taktıran bir aforizma olduğu kesin…

Zamanında burada 2 farklı dövüş yapılırmış. Gladyatörlerin dövüşmesi ve Gladyatörler ile vahşi hayvanların dövüşmesi… Yırtıcı hayvanlar arena altındaki galerilerde günlerce bekletilir ve arenaya salınmadan önce kızgın demirler ile dağlanarak daha da vahşi olmaları sağlanırmış. Galeriden salınan vahşi hayvanlar ile savaşacak Gladyatör mortal yani ölüm denen kapaktan çıkarılır, ardından yaşam denen kapaktan da vahşi hayvan serbest bırakılırmış.  Binlerce kişinin çığlığı arasında vahşi hayvan Gladyatörü yakalayıp yemeye başlarmış. Eğer bu dövüşü kazanan Gladyatör olursa ona bir kılıç armağan edilirmiş ve bu onun buradan çıkış bileti sayılırmış. İsterse kalıp öğretmenlik yapabilir, isterse de özgürlüğüne adım atıp mesleği bırakabilirmiş. İşin ilginci o dönemde çoğu Gladyatör kalmayı tercih ediyormuş… Öğleden sonraları yapılan dövüşler; insan insana olan dövüşlermiş. Burada kaybeden kişi, imparatorun başparmağını havaya yahut yere doğru çevirmesiyle hayatta kalır ya da son darbeyi alarak yaşamını yitirirmiş. Böylelikle kazanan, bir sonraki dövüşle hayatını imparatorun parmaklarının arasına teslim etmiş sayılırdı. Ölüm için savaşan gladyatörler bir gece önce şereflerine verilen yemekte aileleri ile bir araya gelir, vasiyetlerini açıklarmışlar.

Bunca acı kanın aktığı bu arena şüphesiz günümüzde farklı bir yaklaşım ile dünyaya mesajlar vermektedir. Kullanıldığı 450 yıldan fazla binlerce kişinin can verdiği bu arenada, dünyanın herhangi bir yerinde idam cezası kalktığında ışıklar bir hafta süresince gece gündüz açık bırakılıyor. Yani antik Roma’da ölümün iksiri olan bu yapı, günümüz İtalya’sında ölüm cezasının karşısında dikilen yüzlerce gladyatörden duvarın simgesidir...




Sizde bu efsanevi yapının önünde, bir zamanların cassanovaları olan Gladyatölerden biriyle fotoğraf çektirip, barışın imgesine dönüşen bir coğrafyada bulunmanın tadını çıkarabilirsiniz… Kanlı bir tarihte olsa bu güzel yapının fikri mimarı Vespasianus’a selam etmeyi de unutmayın! Malum bir devrin sarayının üstüne kurulan bir yapının muhakkak ki koruyucularından biridir ;)


Sevgiler…


21 Ağustos 2016 Pazar

Milyonlarca kez özür dilerim...



Metro  istasyonunda okunmuş gazetelere ait sepete takılı kalıyor gözlerim.Gazete kağıtlarının,  kitap sayfalarının kokularını severim... Çünkü onlar ile beslenirim. Ama bu sefer farklı. Günlerdir köşe bucak kaçtığım, bıçak keskinligindeki bir çift göz karşımda. Kendime yabancı bir dünyadaymışım gibi hissediyorum bedenimi. Ruhum uzun süredir bu dünyadan zaten firari... Sadece uzaktan izleyip,  müdahale edemedigimden her dakika can çekişiyor gibi hücrelerim. Ölemeden, ölümle birmiş gibi bitiriyor nefesimi. Bakışı ile üstüme ölü toprağı kapatan,  benimse utancımdan gömülesimin geldiği bir çocuk bakışı var karşımda.. 



Yüreği çırılçıplak, gözlerindeki korku kadar gerçek sessizliği... Dikmiş gözlerini "çocuktum ben daha" diyor. Yüklenmiş sırtına savaştan korkuları; Ne yanında babası, ne de zırhı olan anası... Elinde kalan sadece haritadan silinen bir çocukluk zamanı. 

Çocuktu... 
Henüz misketlerini yuvarladığı elleri çoktan titremisti. Dilinde şarkılara gebe acıdan kırmızılar... Gözlerinde korkuya Şahadet eden anılar... Kana bulaşan ellerini temizlerken ki savunmasızlığı..

Oysaki yüreği gibi tertemizdi elleri... Tıpkı gözleri gibi. Ölmeden ölümü tartan bir terazi gibiydi kalbi. Ruhu savunmasız bir heyelan. Bedeninde oluşan kırık dökük milyonlarca sızı. Belki annesi, belki babası, belki anıları, belki misketleri  sızıyor gözünden... Geleceği çıkıp gitmiş resmen ruhundan...

Dünya gerçekten cehennem... İnsanoğlunun kendi kendini ateşe verdiği kör ve sağır bir evren...

Benimse karşımda; bir çift göz içinde unutulan çocuk bakışı. Yanağımı ıslatıp, içime sığınan bir çift göz karşımda. Gözlerinin siyahi kadar derin bir kara bulutlarımı kaplayan. Zamanımı daraltan, kalbime bıçak olan... 

Uzunca baktım... Yüzüme hançer gibi vuran göz yaşlarımı içime kelepçelemek, kalbimi yok edip hissetmemeyi diledim bir an... Milyonlarca kez özür  diledim... Milyonlarca kez öldüm o bakışlar karşısında. Etrafta kor olan yüreğimi tutuşturan gazete kağıtları.. Ne kokunuzu sevdim bu sefer,  ne de tadınızı...

16 Ağustos 2016 Salı

Dünyayı Değiştirmek...



Dünyanın yaradılış aracı oldu bir kadın, sebebi şüphesiz bir amaçtı Tanrı'nın… Cennet’ten kovup, cenneti serdi ayakuçlarına kadınların. ''Eğer dünyayı değiştirmek istiyorsan, bir kadını sev, gerçekten sev...'' diye yazıyor sayısızca okuduğum bir yazının başı...

Eğer gerçekten değişmek istiyorsan ruhuna katıp her hissini; içinde, en derininde eriterek sevmelisin bir kadını. Sevdikçe demlensin diye kalbin,  bolca izlemelisin gülüşünü... Bolca sevgini yüklemeyi bilmelisin onun kalbinin en mahremine... Sevdin mi bir kadını;  kanın kaynamalı. Kaynadıkça yüreğin onunla, karışmalı nefesin onun ruhuna. Değince nefesin ona, can bulmalı aldığın her soluk onun soluğuyla. Yeniden doğan bir bebek gibi,  yeniden başlamalı yaşamaya... Yeniden biriktirmeyi öğrenip,  yeniden büyümeli onunla. Eğer dünyanı değiştirmek ise amacın,  baştan aşağı sevilmeli bir kadın...

Eğer dünyanın en merkezi olup,  yörüngesi güçlü bir kayboluş hikayesi ile dans edercesine ayaklarını yerden kesmek ise amacın;  bir adama aşık olmalısın. Elinin dokunmayacağı bir hızla takip etsen de ardından,  bir adama aşık olmayı tatmalısın. Tattıkça ruhunun en ücra köşesindeki sevgiyi, kadeh kadeh içip, içini onda dağıtmalısın. Her zerrini vücuduna yayarak, bir adamdaki sarhoşluğun tadına varmalısın... Ayaklarını yerden kesip, sevmenin ne olduğunu anlamak ise gayen, bir adama aşık olup; yörüngenden çıkmalısın. Aşkı tatmak ise amacın evreni olmalısın bir adamın...

Kadın gibi kadın, adam gibi adam olmalısın. Dimdik durabilmeli, gök kubbeye elinden tutup yükseltmelisin aşkı. Çırılçıplak olmalı yüreğin; yeni doğmuş gibi...
 Öncesiz, anısız, ansız,
Ve sonrasız…





Sevgiler

Jess




12 Ağustos 2016 Cuma

Mültecidir Aşk…

https://www.youtube.com/watch?v=kkni3PGumYg&list=PL23053F0D42C48AF3

Gün ağardı... Karşımda rüzgar gülleri... Gözlerim dolanıp uzanmış yine yollara... Döndükçe rüzgarında, sarmalına ekleniyorum her saniyede… Kulağımda ritmime aşina ''No Ordinary Love''’ diye sesleniyor en şefkat dolu sesiyle Joy Elizabeth…

Bu sıradan bir aşk değil deyip, kalbini seriyor sanki ellerine. Sen avucuna alıp; içine, en derinine koy diye o kalbi, aşk hep yeniden doğup geliyor avuç içlerine… Yeniden yeniliyor hücrelerini sana her bakışında… Sonrasında sahip olduğundan fazlasını vereceğin bir hikayeyi yazmaya başlıyor gözlerin. Kaçışlar arasındaki titremiş çizgiler ile birleşiveriyor ellerin… Çatlamış yüzlerce sızı içinden salınıyor hüzmeleri güneş misali damarlarına. Ağrımış, ağırmış onlarca göz yaşı içinde boğulurken bedenin, nefesin oluyor bir anda…
Aşk aslında dünyanın geri kalanına haykıracağın bir şarkı dilinin ucunda. Kendine mülteci bir ruh ana yurdunda. Fazlasını vermeye hazır olacağın haline, en azı ile yetinmeyi öğreten, fırtına dolu bir rüzgar sol yanında…

Aşk; İliklerine dek sızısını hissettiğin, ama her seferinde onu hissedebilmek için yeniden dünyaya getirdiğin bir çocuk kendi masalında. Yazmaya başlayıp, defalarca başa sardığın bomboş bir plak dünyanda. Öylesine boş ve açık bir gökyüzü okyanusunda. Tuttuğun bir şarkı; Dilinin ucunda, kalbinin tam ortasında. Depremleri bitmeden artçılarının adım attığı bir toprak parçası gibi bedeninin en savunmasız sınırında…

Ufacık bir zaman dilimine sığınmış savunmasız bir çocuk kadar kimsesizdir aşk. Derinden ritimleri gelen, fısıltısı ile fırtınalar kopartan bir şarkıdır oysa tamda dilinin ucunda, kalbinin ortasında…

Kilitliyorum zamanı... Saatlerimin sebepsiz ilerleyişine örülen duvar gibi dikiliyor aşk. Ana karamda olan, ama kendime bile mülteci ruhumda saklı kalan… Su'suyorum aşka... Susadıkça büyüyor dakikalar... Susadıkça filizleniyor içimde yeniden baharlar...

Sevgiler,

Jess

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Cheers Darling...

https://www.youtube.com/watch?v=GzKFEx-wsJo

Kulağımda  Damien Rice' ın Cheers Darlin' şarkısı… Gözüm yeşil ve mavi arasında, güneşin sarısıyla değişen tonları izliyor. Ağustos tüm zarafetiyle içindeki her damla güneşi salıyor üzerime. Özlemlerim, hüzünlerim, gidişlerim, terk ediliş ve vazgeçişlerim geliyor aklıma…

Gözümü kapatıyorum akrep ve yelkovana… İtalya treninde güneye yol alıyoruz. Vakit çoktan vazgeçmiş, üç yıl öncesi... Kulağımda aynı şarkı, elimde, elimi sıkıca tutan gitmez dediğim adam! Dönüyorum arada yüzüme bakıyor ve gülüyor en içteninden. Bir şeyler söylüyor. Duyamıyorum… Sesi; tınısında kesik, kısık yada eskidi bilemiyorum. Tekrar ediyor, duymadıkça ben o daha çok bağrıyor. Bir okyanus fırtınası sonrası gel-gitleri yaşıyor bedenim.

Korna seslerine karışan, anlarımın kasırgası oluyor yine bu zaman… Gözümü açıyorum; İstanbul’un göbeğindeyim. Kesilmiş, eskiyen bir zamanın kıyısına demir atmış bekliyorum. Kanamıyor artık bedenim .Acımıyor da…

Kapatıyorum yine gözlerimi…Gülümsüyorum. Yol uzasa diyorum… Tren uzadıkça uzasa. Her vagonda bir parçamız olsa. Büyüsek… Büyütsek yine bizi… 

Mevsimler değişiyor ve ben güneye yol alıyorum. Sarıya dönük renklerime dönüyorum. Vaktimi sonbaharın kalbine giden yola doğru kilitliyorum. Üşüyorum.. Üşümem büyünün bozulacağına korkmamdan oysaki… Kulağımda çınlıyor trenden ‘’ Napoliiii’’ diye bağrılışı… Şarkı bitiyor… Açıyorum gözümü. 

 Şarkı bitiyor ama gökyüzü yine gülümsüyor yüzüme. Aklına hasret kaçan mavi sesiyle bırakıyor ıslıklarını rüzgârına…Ben mi ; Dudağımı yuvarlayıp, rüzgarın ıslığıyla çalıyorum yine mızıkamı... Damien '' Cheers'' diye en içten sesiyle eşlik ediyor zamanıma...

Her şey geçiyor;
Zaman geçtikçe ve eskidikçe büyüyor,
Ve büyüdükçe iyileşiyor yaralar... 

Duamı tekrarlıyorum: ''Her şey geçer zamanla,  hadi sen ruhunu toparla...''


Sevgiler...

JESS

2 Ağustos 2016 Salı


Aşkın Kalbi; Adam ve Kadındı...

https://www.youtube.com/watch?v=KR7HBw9QPAs


Kadının kulaklarında adamın en sevdiği şarkılar çınlıyordu... Sesindeki fısıltı ile zamanın derindeki yaralarına dokunuyor ve kaldırıyordu kabuklarını. Aklının binlerce köşesine sığdırdığı adamla kayboluyordu aldığı her darbede...

Hava soğuktu… Endişe kokuyordu rüzgar... Bir elinde kahve, bir elinde kalemle yazıyordu çokça biriktirdiği adamı. Yazdıkça kazınıyordu kuyular, yazdıkça uzaklaşıyordu zaman… Mevsim hüzünden bozma bir haldeydi. Haylazca ilerliyor ve ilerledikçe dağıtıyordu bedenini…

‘’Aslında aşk da yoktu… ‘’ dedi adam, gözlerinde beklenti kokan kadına… İrkilen kadın değil, adamın kalbiydi oysa. Baştan aşağı aşk kokan bir adam, baştan aşağı yok saymıştı kendini söylediği aforizmalarla…

‘’Aslında...’’ derken derince ve yüzyıllarca düşünmüştü belli ki cevabından kendisinin bile korktuğu ve fazlaca hissettiği bu karmaşık duyguda. Hayran bırakan dudaklarından çıkan her cümleyi bilirdi kadın oysa. 
Anlardı… 
Adam söyleyip kaçardı, kadın saatlerce düşünür ve sonrasında sayfalarca adamı yazardı. Kadın bilirdi cebinde dolu kelimeler ile geleceğini adamın. Getirdiği her kelime ile dans edip, kazırdı kalsın diye sayfalarına elindeki kağıtların. Adamda biriken milyonlarca kadın… Kadında biriken milyonlarca hasret dolu yığın… 

Adamı izledi uzaktan sessizce kadın…Elindeki kesik uçlu dolma kalemin çizdiği titrek çemberleri boyarken kaçırdı gözlerini adam. Düşündü kendi derininde… Kaleminin kestiği milyonlarca anı vardı süzülen her mürekkepte. Kadın biliyordu… Kadın bildikçe su’suyordu adama sonsuz bir kuraklık mevsiminde. Adam bakışlarını eğdiği deftere uzun süre baktı, kalemi ile yaşamlar inşa eden adam; kendine çoktan geç kalmıştı… Kadın kazdığı kuyularda derin bir nefes aldı. Bu sefer susar vaziyette, sessizce… Bilirdi… En çok sessizliği incitirdi adamı. İncinmişliğinin ardına sıraladığı sessizlikleri ile kapadı kuytularını.

Kadın gitti…
Adam başını kaldırıp seyretti,
Zaman tükendi…
Adam yeni fark etti;
Kadın, adam ve zaman aslında birdi.…

Sevgiler....




31 Temmuz 2016 Pazar

Roma Günlükleri 3


Zamanın durduğu, akrep ile yelkovanın savaşının son bulup, kıvrıla kıvrıla soluksuz bir şeklide geçmişini akladığı zamana doğru yolculuğa çıkıyorum. Yüzlerce Aziz’in bakışları ardı sıra bırakıp, yolumu ‘’ Vatikan Müzesi’ne’’ sabitliyorum...
Sihirli bir peri masalına doğru kıvrılan ve taş duvarlar dibine kurulmuş , pusula misali hep aynı yönü gösteren kaldırımlarda yol alıyorum. Rüzgarın hafif ıslıkları ile kalbimin ritminin oluşturduğu senfoni; soluk şeklinde süzülüyor havaya... Yolumda; '' Ayak izlerini takip edip, Sistine Şapeli'nde Adem'in Yaradılış Öyküsüne onun elleri ve gözleriyle şahit olacağım Michelangelo '' , kolumda; '' Yanımda İsa'nın Son Yemeği'ni gözlere bir şölen ile sunan Leonardo... ''.
Taş kaldırımlı yolları dönerken, her kıvrımı içime sızdırıyorum... Kafamı kaldırdığımda ihtişamlı ve bronz bir kapıdan adım atarak, Vatikan Müzesi'ne ayak basıyorum...
Vatikan Müzesi'nin DNA sı ilk olarak Papa Julius tarafından atılmış. Yani müze tarih kokması kadar, doğumuyla da tarihi bir meşale ile bugüne yüzlerce ışık bırakılmış...
Müze oldukça büyük olduğundan ya girişteki direktifleri takip ederek - ki bunlar müzeyi gezmek için dört ana renk tonuyla bölünmüştür - yaklaşık 1,30 saatten 5 saate kadar bir gezi planı hazırlayabilirsiniz. Biletiniz tek yönlü unutmayınız ;) Yani tek yön sistemi ile müze gezilebilmektedir. Zaten girince ihtişamdan dönen başınızı toparlamak adına vasıfsız yürüyeceğiniz o ilk dakikaların ardına siz çoktan o yöne yönelmiş olacaksınız...
Bu müze Roma Katolik Kilisesi tarafından Rönesans döneminde inşa edildiğinden içerisi tarih kokmaktadır. Toplamda, Sistine Şapeli ile birlikte 54 galeri, bir başka deyişle sala bulunmaktadır. Müzede klasik eserler koleksiyonu, epigrafi koleksiyonu, Mısır Antik Müzesi, Lateran Profone Müzesi Goblen Halı Galerisi, Haritalar Galerisi, Sobieski Odası, Sistine Şapeli, Etnografi Bölümü, Etrüsk Müzesi, Modern ve Çağdaş Dini Sanat Koleksiyonu Bölümleri, Raffaello Odaları gibi bölümleri ziyaret ediyorsunuz. 53 galerinin ardından ek bir sadaka sistemi ile de Sistina Şapeli'ne girip bu büyülü dünyada kaybolabilirsiniz. Eğer direk Sistina Şapeli ve Raffaello Odaları’nı gezmek isterseniz girişten yaklaşık yarım saat yürüyüp direk buraya da geçebilirsiniz. Ama duvarlar sizi tarihin bir an'ına sıkıştırıp, anı'lar içine çekince otomatik olarak her bölümü gezmek farz olmuş oluyor... Uygarlık tarihi sizi sanat tarihi ile öyle bir içine çekiyor ki; ortamda bulunan tek çekim tarih ve ruhunuz oluveriyor...
Her bölüm ayrı güzel ancak ben tabikii Raffaello ve Michelengelo'nun koluna girip, içeriye öyle adım attığımdan, bu eşsiz yerde onlara ait olan kısımları anlatacağım...
Müzenin en dikkat çeken yerlerinden biri de ünlü merdivenleridir. Sokaktan müzelere çıkan güzel merdivenler olan Sarmal Rampa 1932 yılında Giuseppe Momo tarafından yapılmıştır. Sarmalında kaybolup, zamanınızı sıfırladığınız anınızı burada ufak bir fotoğraf karesi ile sonsuzlaştırmak da cabası ;)
Adımlarımı hızla Raphael’in Odalarına kilitliyorum. Burası, Raphael ve öğrencileri tarafından ; ‘’ Julius II, Leo X ve Clement VII’’ adına dekore edilmiş olan dört papalık dairesini kapsamaktadır. Stanze della Segnatura II. Julius’un ofisiydi. İlk oda olan Satanza di Eliodoro Raphelelin öğrencileri tarafından o öldükten 5 yıl sonra yapılmış. 1520’lerde yapılmış Papa II. Julius’un özel dairelerinden oluşan bu kısım, Rönesans’ın en önemli eserlerinden kabul ediliyor.  Bu oda en çok 1260’larda kuzey Lazio’da meydana gelen bir mucizeyi tasvir eden Mass of Bolsena ile tanınıyor. Duvarlar en sevdiği konularla; hukuk, teoloji, şiir ve filozofi öğeleri ile kaplıdır. 


Doğu duvarındaki “School of Athens” (Atina Okulu) tablosu tarihin en büyük düşünürlerini hayali bir felsefe akademisinde tartışır ve öğretirken betimlenmiştir. Raphael görüntünün içine kendini de resmetmiştir. Sağ tarafta, kırmızı bir pelerin ve siyah beresi ile görebilirsiniz. Karşıdaki pencerede ise Delivarence of St. Peter bulunuyor.  Raphael’in odalarından çıkıp en nihayetinde Sistine şapeline geliyoruz. Kötü haber içeride fotoğraf çekmek ve kayda almak yasak ayrıca sizi sürekli uyaran bir kaç görevli var. Bu kısım Papanın resmi olarak kendisine ayrılmış bölümü olup her yeni ruhani lider seçiminde kullanılıyor. Şapelin duvarlarında birçok farklı ve önemli ressamın eserlerinin olmasına karşın Michelangelo’nun 1508 de Papanın emri ile yapımına başlayıp yalnız başına 4 yılda tamamladığı ”Işığın yaradılışı” ve ”Nuh’un Sarhoşluğu” dünyaca en çok tanınan eserlerden. Tüm bunların ardına asıl amacım olan, Sistina Şapeline doğru adımlarım yavaş yavaş uzanıyor.
Sistina Şapeli şüphesiz müzenin en efsanevi yeri… Şapel Papa IV. Sixtus için, 1477 ile 1481 yılları arasında yaptırılmıştır. Özellikle tavandaki Michelangelo’nun efsanevi eserleri sizi burayı görmek için tek sebep olabilir düşüncesi ile bir anda nikahlıyor




Başlangıçta tavan altın yaldızlarla süslenerek maviye boyanmış ve duvarlara Musa ile İsa’nın hayatından sahneler çizilmiştir. Sixtus’un yeğeni, Papa II. Julius 1508’den 1512 yılları arasındaki mavi-altın rengindeki tavanı değiştirmesi için Michelangeloyu görevlendirmiş. Michelangelo tavan freskleri için, özel bir iskele üzerinde tek başına çalışmıştır. Dünyanın Yaratılışı ve İnsanın Düşüşü gibi konumların betimlendiği ana panolar eski ve yeni ahit figürleriyle bezenmiştir. İsa’nın doğumunu önceden bildirdikleri söylenen kahinler bunun dışındadır. Bu muazzam proje için Michelangelo bir çok Peygamberi, kahinleri ve Hz. İs’nın atalarını gözlere değdirmiştir… Ziyaretçiler için tasarlanmış bu sahneler, günah ile ilahi öncelikler ile ilgili önemli prensipleri konu alır. Tavanda yer alan en ünlü sahnelerden biri Adem’in Yaratılışı Sahnesi’dir (The Creation of Adam). 1980’lerde yapılan yenileme, tavan fresklerinin beklenmedik canlı renklerini ortaya çıkarmıştır. Sistina Şapeli’nin yan duvarlarında, Musa’nın ve İsa’nın hayatından paralel sahnelerin betimlendiği 12 resim; Perugino, Botticelli ve Signorelli gibi sanatçıların eserleridir. Şapel duvarlarının dekorasyonu, 1534-41 yılları arasında altar duvarındaki Son Yargı’yı ekleyen Michelangelo tarafından tamamlanmıştır. Tavanda yer alan Adem’in Yaratılışı sahnesi dışında, Adem ve Havva’nın Bilgi Ağacı’ndan yasak meyveyi tatmaları ve Cennet’ten kovulmalarının betimlendiği İlk GünahLibya Kahini, Güneşin ve Ayın Yaratılışı sahneleri de şapeldeki önemli betimlemelerdendir. Gözlerinizin şölen yaşadığı bu muhteşem festivalin belkide en önemli meyvesidir burası… Kalbinizin ihtişamdan ritmi artmış notaları, gözlerinizin eşini bulmuş misali duvardaki betimlemeler ile dans edişinin ve ardı sıra kesilmeyen bir masalın en önemli tanığı olma hakkınız da sizin şansınız oluveriyor…
Günün en ihtişamlı öyküsü ile bir devri kapatıyorum… Michelengelo’yu kilitlenen kapının ardında bir sonraki görüşmeye dek ardımda bırakarak, yüzümde ufak bir gülümseme ile çıkışa doğru ilerliyorum….
Rotamın, akrebimin ve yelkovanımın yarıştığı ‘’an’’ ları zamanıma akıtıyorum… Kalbim ile buraya prangalanıp, ruhumu yasak bir elma ardına Cennet'ten kovulan Adem ve Havva'ya yoldaş bırakıyorum…
Sevgilerle…
Yasemin